Zekeriya Kurşun / ORDAF
Trump’ın Suudi Arabistan’ı ziyareti sonrası Körfez karıştı. Aynı sahnede Trump ile birlikte poz verenler arasında bir soğuk savaş başladı. Aslında ziyaretin hemen sonrasında dünya basınında oluşan gündem daha ziyade Trump’ın cebinde 110 miyarı silah ticaretinden olmak üzere 400 milyar dolar ile ABD’ye dönmesi olmuştu. Trump ve taraftarları bunu zafer olarak görürken, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri de meseleye başka bir açıdan bakıyorlardı. ABD desteği ve özellikle silahlanma bölgenin mutlak güvenliğini sağlayacak bir girişimdi. Bu gelişme “Körfezi yutma niyetinde olan” İran’ın ihtiraslarını durduracak en büyük adım idi.
Bu pembe söylemler arasında birden bir kara haber yayıldı. Bölgenin en küçük ülkesi ama gayri safi milli hasıladan fert başına düşen gelir bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden olan Katar’ın emiri Şeyh Temim’in “İran meselesinin abartılmamasını ve diyalog girişimlerinin sürdürülmesini” öneren bazı konuşmaları medyada yankı buldu. Gündem birden değişti ve Körfez karıştı. Suudi Arabistan (SA) ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bu “çatlak ses”e karşı derhal harekete geçti.
Gerçi 2014 yılında benzeri bir durum yaşanmıştı. Ancak bugünkü noktaya hiç gelinmemişti. Daha Trump’ın ziyaret izleri silinmeden bir kaç saat içinde Körfez ve ABD medyası üzerinden harekete geçen kampanya dikkatlerden kaçmadı. Hele Muhammed b. Abdülvehhab’ın soyundan gelen SA’nın dini otoriteleri olan Âl-i Şeyh’in de tartışmaya dahil olması meseleyi daha da cazip bir hale dönüştürdü. Aile adına yapılan açıklamada Katar’da Şeyh Hamed zamanında açılan caminin Muhammed b. Abdulvehhab olan adının değiştirilmesi istendi. Bugün de üç ülkenin (SA, BAE ve Bahreyn) diplomatik ilişkilerini kesmeleri yanı sıra, adeta Katar’ı abluka altına alan, kara, deniz ve hava sınırlarını kapatması meselenin sürekli tırmandırıldığını ve gündemde tutulmak istendiğini göstermektedir.
Bu çıkışların sadece gündem değiştirme mi yoksa vicdanlarda saklı eski problemler ile mi ilişkili olduğu daha uzun zaman tartışılacağa benzemektedir.
Katar Emiri’nin çok nazik bir devrede medyaya yansıyan açıklamaları (reddedilse bile) bölgeyi tehdit eden İran’a destek verme olarak algılandığında kuşku yoktur. Suudi Arabistan’da iki milyondan fazla, Bahreyn’de ise nüfusun yarısının Şii ve İran nüfuzuna açık olduğu bir zamanda Şeyh Temim‘in çıkışının hoş karşılanmayacağı kabul edilebilir. Fakat aynı ülkelerin Şii vatandaşları üzerinde İran nüfuzunu kırma konusunda bugüne kadar ciddi tedbir almadıkları da bilinen bir gerçektir. Diğer taraftan İran ile sınır problemleri yaşayan BAE de İran ile sürdürdüğü ve yıllık 20 milyar dolar civarında olan ticaretinden bugüne kadar hiç vazgeçmemiştir. BAE’de yaşayan İran kökenlilerin sayısının kendi vatandaşlarından daha fazla olması bunun en belirgin göstergesidir. Dolayısıyla burada siyasal hipokrasinin egemen olduğu da bir gerçektir.
Yangına körükle gitmemek gerekir. Körfez İşbirliği Ülkeleri arasında uyumun olması bölgenin ve Arap aleminin geleceği ve hatta güvenliği için büyük önem arz ettiği gibi, Türkiye için de çok önemlidir. Ancak son yıllarda Körfez İşbirliği ülkelerinin üzerinde ittifak ettikleri hiç bir konu maalesef olumlu bir sonucu doğurmamıştır. Arap Baharı süresince -Katar hariç- diğerlerinin ortaya koyduğu tavırlar, Suriye meselesi, Yemen sorununun içinden çıkılamaz hale getirilmesi, BAE’nin desteklediği Hafter’e rağmen Libya’daki çözümsüzlük ve Sisi’ye verilen bütün destek ve yardımlara rağmen Mısır’da bir ilerlemenin olmaması ilk akla gelen başarısız örneklerdir. Bütün bu süreçlerde başat rolü SA ve BAE’nin oynadığında şüphe yoktur. Bu durumda acaba SA krizlerden medet mi ummaktadır? Bu krizlerin kendisini Arap ülkeleri liderliğine taşıyacağını mı düşünmektedir? Aslında bu ihtimal belki bir yıl öncesine kadar vardı. Ancak SA’nın içine düştüğü ekonomik kriz ve bu krizin ortasında 400 milyar dolarlık yeni bir hayali satın alması kendisini bu stratejiden bir hayli uzaklaştırmıştır.
Katar’ın, kapılarını Hamas ve İhvan’ın bazı önderlerine açması, Mursi’nin özgürlüğünü talep etmesi ve hele Türkiye ile yakınlaşması ile bölgenin asi çocuğu ilan edileceği gün gibi açıktı. Buna rağmen Arap baharının başlamasından itibaren pek çok baskıyı göğüsleyerek, hatta Körfez İşbirliği Teşkilatı’ndan çıkarılma tehdidi alarak bu siyasetini sürdürmesi reelpolitik bakımdan nereye denk düşmektedir. Bu durumun Körfezde genç kuşak lider ve lider adaylarının (Şeyh Temim, Muhammed b. Selman, Muhammed b. Zayed) aralarındaki bir rekabet olarak da görülmesi mümkündür elbette. Nitekim iktidarı babasından devralarak avantaj sağlayan Şeyh Temim’in bu avantajı korumak için “uyumsuzluk” politikaları sürdürdüğü de varsayılabilir.
Oysa bölge ülkelerinin (SA, BAE, Bahreyn) Katar ile bugünlerde yaşadıklarının sadece bunlar ile izah edilmesi mümkün değildir. Üstelik sorun zannedildiği gibi yeni de değildir.
On dokuzuncu yüzyılda İngilizler Körfez’de yayılmaya ve Körfez şeyhleri ile anlaşmalar yapmaya başladığında ikna edemedikleri tek kişi, Seyh Temim’in büyük dedesi Muhammed Al Sanı ve oğlu Modern Katar’ın kurucusu olan Casim (Kasım) Al Sani olmuştur. Onlar Osmanlı Devleti ile işbirliğinden yana oldular. Bu birliktelik de onlara bölgede yaşanan kabile çekişmeleri ve rekabetlere rağmen Katar yarımadasında tam bir egemenlik sağlama imkanı sağladı.
SA’nın kuruluşuna giden süreçte ise Abdulaziz b. Suud Katar’ı da kendi nüfuzuna almak sevdasındaydı. Bu yüzden Katar Emiri Şeyh Casim oğlu Abdullah’a Osmanlı askerlerini asla Katar’dan çıkarmama vasiyetinde bulunmuştu. Nitekim Osmanlı askerleri savaşın ağır koşullarına rağmen 1916 yılına kadar Katar’da tutunabildi. Bu tarihten itibaren bölge İngiliz işgaline girdi.
İngilizler 1960lı yılların sonunda bölgeden çekilirken Katar’a da BAE konfederasyonunun içinde yer almasını teklif ettiler ancak bunu kabul etmeyerek bağımsızlığı tercih eden Katar bir kere daha bölgede farklı davranan ülke oldu.
İşler burada kalmadı. Katar çetin pazarlıkların ve ihtirasların muhatabı oldu. SA bölgeyi tabii uzantısı olarak görüyordu. Üstelik bölgede Vehhabi mezhebinin en çok etkilediği yerdi aynı zamanda Katar. Dolayısıyla doğrudan ilhak olmasa bile SA’nın nüfuzu altında yaşamalıydı. Aynı şekilde BAE kurulup, Şeyh Zayed güçlü bir lider olarak ortaya çıkınca sınırlarını eski bir meseleye dayanarak Katar aleyhinde genişletmek istiyordu. Zira bugün ABD üssünün yer aldığı Udeid bölgesinin kendi inci avı bölgesi olduğunu iddia ediyordu. Nitekim stratejik müttefiki ABD’nin burada üs kurması BAEni hiç bir zaman mutlu etmedi ve bunu Katar’ın kendisine karşı bir taktiği olarak gördü. En yakın komşusu Bahreyn de boş durmuyordu. Katar ile en eski tarihi ilişkileri olan ülke Bahreyn idi. Dolaysıyla en sorunlusu da. Önce iki ülke arasında altı zengin gaz yatağı olan Havar adaları sorun oldu. Uzun uğraşılar sonucu bu adalar Uluslararası Adalet Divanının kararı ile 2001’de Bahreyn’e devredildi ve Katar denizden hayli sıkıştırıldı. Bahreyn, elde ettiği bu üstünlük ile yetinmeyeceğe benziyor. Zira Katarın kuzeybatısında en uç noktası olan Zubara bir zamanlar Bahreyn yönetici ailesinin ikametgahı olmuştu ve hâlâ burada hakları olduğunu düşünmektedirler.
Hülasa Katar her yönü ile bölgede hem ihtirasların hedefi ve hem de istikrarın kilidi durumundadır. Bu yüzden ya kaderine rıza gösterip paylaşıma konu olacak veya farklı davranıp varlığını sürdürecektir. Katar ikincisini seçmiştir. Bu yüzden sahnelenen bu son oyunlar daha uzun yıllar tekrarlanacaktır.
Katar ile dayanışma göstermek, bölgenin güvenliği ve geleceği açısından önemlidir. Katar ile dayanışma içinde olmak dünya barışı açısından da önemlidir. Katar ile dayanışma içinde olmak SA, BAE ve Bahreyn’e karşı olmak demek değildir. Bilakis onların zihinlerinde şekillendirdikleri ve silah tüccarlarının da istifade ettiği İran tehdidinin azaltılması açısından önemlidir.
Dünyabulteni