...

Erdem Eren : Avrupa Birliği'ne duyulan güven azaldı

Politika Materials 13 Ekim 2017 09:24 (UTC +04:00)

Trend takip edin

Beyaz Hareket Koordinatörü, siyaset bilimci, Erdem Eren Türkiye ile AB’nin temel sorunlarını ve "Türk dış politikasında alternatif arayışı var mı" sorusuna ilişkin düşüncelerini Trend Haber Ajansı'na paylaştı.

Türkiye’nin, halkımızın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB’ye inancı ve güveni kalmamıştır

Erken cumhuriyet döneminden beri Türk dış politikasının genel olarak iki ana eksen üzerinde inşa edildiği görülmektedir. Bunlardan ilki devletin çıkarlarına, açık ve gizli gündemlerine göre belirlenen devlet politikaları, ikincisi ise özellikle lider ve ideoloji temelli hükümet politikalarıdır. Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler tarihsel çerçevede ilk olarak devlet politikası olarak inşa edilmiş ve yürütülmüştür. Bunun nedeni devletin kurucu kadrosunun ilke ve hedefleridir.

31 Temmuz 1959’da ortaklık başvurusu ve 12 Eylül 1963’de Avrupa Ekonomik Topluluğu ile imzalanan Ankara Antlaşmasıyla başlayan Türkiye’nin Avrupa serüveni bugün 58. yılına girmiştir ve devam etmektedir. 1987 yılında ise Birliğe tam üyelik başvurusu yapılmıştır. Tam üyelik başvurusunun üzerinden ise tam 30 yıl geçmiştir. 1996 yılında Gümrük Birliği’ne girilmiş, 1999’da adaylık tescil edilmiş, 2004 yılında ise müzakerelerin 2005 yılında başlamasına karar verilmiştir. 2005 yılından beri 12 yıldır da müzakereler sürmektedir.

2000’li yıllara gelindiğinde AK Parti iktidarında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında yeni bir sayfa açılmış, 2005 yılında adaylık yolunda başlayan müzakereler önemli bir eşik olarak görülmüştür. Bunu takiben AK Parti hükümetleri demokratik, hukuki, ekonomik, kültürel ve benzeri birçok alanda önemli reformlar gerçekleştirmeye başlamıştır. Birçok fasıl açılmış ve ilerlemeler kaydedilmiştir. 33 fasıldan yaklaşık 16 fasıl da görüşmeler sürmüştür. Ancak bazı fasıllar da kördüğüme dönüşmüştür. Bunlar Türkiye-AB ilişkileri için de kırılma noktaları olmuştur. Nedir onlar? Birincisi Kıbrıs meselesi, ikincisi terörle mücadeledir.

Türkiye Kıbrıs konusunda Yunanistan’a göre 1974 harekâtından beri daha akılcı politikalar takip etmiş, Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağladıktan sonra adanın birliği adına BM’nin politikalarına destek bile vermiştir. Annan Planı ve adada yaşanan oylama ortadadır. Ancak AB, Kıbrıs meselesinde hala Türkiye’ye dayatmalarla gelmektedir. İkinci olarak Türkiye, 30 yılı aşkın bir süredir PKK terör örgütü ile mücadele vermektedir. Ondan önce ASALA varken, son dönemde PKK’ya; DHKP-C, DAEŞ ve son olarak FETÖ’ de eklenmiştir. Güneyinde Irak’ta PKK ve DAEŞ, Suriye’de ise PYD-YPG ve DAEŞ gibi terör örgütleri yuvalanmıştır. Türkiye geçmişte olduğundan daha çok ve daha sık terör eylemlerini son birkaç yılda yaşamıştır. Bunda Suriye ve Irak’ta siyasal düzenin yerle bir olması, Türkiye’nin Suriye ve Irak’tan gelen insan akınına karşı koyamaması da etkili olmuştur. Üstüne Türkiye, 15 Temmuz 2016’da FETÖ’ nün darbe girişimiyle de şok olmuş ve bunu da atlatmıştır. Tüm bu olağanüstü gelişmeler Türkiye’yi olağanüstü hal kararı almasına itmiştir. AB’nin, Türkiye’nin yaşadığı bu olağanüstü gelişmelere karşı müzakere ortağının yanında olup destek vermesi gerekirken, hem bu terör örgütlerine destek vermekte hem de Türkiye’nin bu örgütlerle mücadelesine engel olmaya çalışmaktadır.

Bugün PKK’nın Avrupa’nın birçok ülkesinde büroları bulunmakta olup, PKK’nın yayın organları Avrupa’da faaliyet göstermektedir. Ayrıca örgüt Avrupa’da hem gelir kaynaklarına sahip olup, hem de militan yetiştirmektedir. Başta Almanya, Belçika ve Danimarka olmak üzere birçok ülkede Türkiye ve Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan karşıtı eylemler yapmaktadır. Sadece yürüyüşlerde değil, çadırlar kurmakta, Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu binalarında organizasyonlar yapmaktadır. Sadece PKK da değil, FETÖ de Avrupa devletleri tarafından desteklenmekte olup, birçok FETÖ militanı başta yine Almanya olmak üzere Yunanistan, Belçika ve benzeri ülkelere sığınmış, Türkiye’ye iade edilmemektedir. AB ülkeleri ne bu örgüt kurum ve şirketlerine ne de militanlarına herhangi bir yasal, siyasal ve ekonomik yaptırım uygulamamaktadır.

Türkiye ile AB arasındaki en temel sorunlardan biri de Suriye’li kardeşlerimizle ilgili konudur. Türkiye’de bugün kayıt altına alınmış ve alınmamış 3 milyondan fazla Suriye’li bulunmaktadır. Suriye’de 2011’de başlayan iç savaştan beri bu sayı her geçen gün artmış ve bu seviyelere gelmiştir. Türkiye bu kardeşlerimizi misafir ederek, AB ülkelerine geçişlerini de bir anlamda engellemiştir. Böylelikle aynı zamanda AB ülkelerinin refahına da katkı sunmuştur. AB ülkelerinin birçoğu siyasal, toplumsal ve ekonomik anlamda krizler yaşamaktayken, Türkiye çok büyük bir yükü sırtlamıştır. Bunun en önemli dezavantajlarından biri de DAEŞ ve dış istihbarat gruplarının Türkiye’de yapmış olduğu terör eylemleridir. Türkiye çok net bir şekilde terörün Avrupa’ya sıçramasına da engel olmuştur. Türkiye ve AB arasında dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun hatasıyla Türkiye aleyhine bir “Geri Kabul Antlaşması” imzalanmıştır. Davutoğlu, AB’nin Türkiye’ye sağlayacağı vize muafiyeti ve ekonomik yardımlara ikna olmuştur. Türkiye de Suriye’lilerin AB kıyılarına geçişini engelleyeceğini söz vermiştir. Türkiye yine görevini yapmasına rağmen, AB samimi davranmamış vize muafiyeti de vermemiş, ekonomik yardım sözünü de tam anlamıyla yerine getirmemiştir.

Genel olarak bakıldığında AB’nin Türkiye’ye karşı sözlerini yeterince yerine getirmediği görülmekte, Türkiye’ye müzakere ortağı olarak yeterli siyasal ve ekonomik desteği vermediği hatta birçok konuda Türkiye’de köstek olduğu anlaşılmıştır. Bence bunun birkaç sebebi bulunmaktadır. İlk olarak AB’de çok sayıda ülkede ırkçı ve İslam karşıtı hükümetler ve ortakları iktidara gelmiştir ve bu tür yaklaşımlar kuvvetlenmektedir. Özellikle siyasi iradelerde halen Osmanlı hafızasının altında ezilmenin alçaklık kompleksi ve başta Erdoğan karşıtlığının getirdiği kin hâkimdir. Avrupa devletleri Türkiye’nin üyeliği ile refah ortamının bozulacağını düşünmektedir. Bu düşünce de tutarlı değildir. Ayrıca reel politik açıdan Türkiye’nin artan nüfusuyla yaşlanan Avrupa’da yönetim organlarında lider pozisyonda olması istenmemektedir. Çünkü olası üyeliğinde Türkiye, AB komisyon ve meclislerinde üye sayısı olarak nüfusuyla hâkim pozisyonda yer alacaktır. AB’nin bu nedenlerle ikiyüzlü ve reel politika açısından tutarsız politikaları sürmektedir.

Hal böyleyken Türkiye’nin, halkımızın ve Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın AB’ye inancı ve güveni de kalmamıştır. AB ülkeleri politik duruşlarını kişiselleştirmiştir ve Türkiye karşıtlığının yanı sıra Erdoğan karşıtı rejimlere dönüşmüştür. AB ülkeleri siyasal bölünmeler, terör, ekonomik çöküş ve durgunluklarla boğuşurken; Türkiye ekonomik, askeri ve politik olarak gün geçtikte büyümektedir. Böyle bir konjonktürde Türkiye’nin AB’ye değil, AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye de bunun farkında olup çok boyutlu bir diplomasi izlemekte AB dışındaki küresel oluşum ve bölgesel ittifaklarla hem politik ve askeri, hem de ekonomik nüfuz ve hacmini genişletmektedir.

Şanghay İşbirliği Örgütü, Türkiye’nin alternatif arayışlarından biridir

Türkiye Cumhuriyeti kurucu kadrosu, milli mücadele sürecinde Sovyetler ile önemli bir diyalog ortamı kurmasına rağmen özellikle Sovyet liderlerinin mektuplu tehditleri, İkinci Dünya Savaşı ve ardından Kore Savaşı dengeleri büyük ölçüde değiştirmiştir. Sovyet tehdidi ile birlikte Türkiye, Batı ve özellikle ABD ile daha entegre bir devlet haline dönüşmüştür. Kurucu kadronun muhasırlaşma hedefi, kuruluşta Batı ile işbirliğini gerektirse de, asıl entegrasyon bu süreçte başlamıştır denebilir. Türkiye’nin BM üyeliğinin yanı sıra NATO üyeliği ve AB’ye başvuru süreci bu dönemlerde olmuştur. O günden bugüne kadar da AB hedefi Türkiye’nin birinci önceliklerindendir. Dönem dönem hükümet değişikliklerinde bazı yeni oluşumlara dâhil olma fikirleri belirmiştir.

Rahmetli Necmettin Erbakan döneminde İslam Birliği fikri ön plana çıkmış, D-8 projesi konuşulmuştur. Yine rahmetli Turgut Özal döneminde de Balkanlar, Türkistan ve Orta Doğu’yu kapsayan bir birlik fikri konuşulsa da, bu proje ABD’nin engellemesiyle karşılaşmış Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü kurulmuştur. Ancak Türkiye liderlik yapabileceği ya da lider pozisyonlardan birinde olabileceği bir birlik fikriyatını hep taşımıştır. Türkiye’nin diğer hedefi hem bölgesel hem de küresel manada siyasi, ekonomik ve askeri gücüne daha fazla katkı sağlayacak bir birlikte yer alma isteğidir. Çünkü Türkiye mevcut pozisyonuna sığmamakta, bölgesel bir güç değil küresel bir güç olmak istemektedir. Çünkü geleneğinde ve hafızasında hala imparatorluk deneyimi vardır. İslam İşbirliği Teşkilatı da Türkiye’nin bu ihtiyaçlarını karşılamamaktadır. AB Türkiye için özellikle politik, sosyal, ekonomik ve hukuki bağlamda önemli bir hedef olsa da AB ile yaşanan sorunlar Türkiye’yi yeni arayışlara itmiştir.

Şanghay İşbirliği Örgütü, Türkiye’nin alternatif arayışlarından biridir. Türkiye’nin küresel bir güç olma ve bu doğrultuda başta politik, ekonomik ve askeri gücünü arttırma isteği çok boyutlu diplomasi yürütmesini mecbur kılmaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü başta politik olmak üzere enerji ve ekonomik, askeri ve kültürel güçleriyle Türkiye için oldukça önemli bir cazibe merkezidir. Türkiye dış ticaret hacmini genişletmek, enerjide dışa bağımlılığını azaltmak, bölgesel ve küresel ittifaklar kurmak, askeri teknolojisini geliştirip pazarlamak, elindeki silah çeşitliliğini genişletmek, başta Türkler olmak üzere Müslüman dünyası ile yakın ilişkiler içinde olmak gibi hedeflere sahip bir ülkedir. Şanghay İşbirliği Örgütü bu hedefler doğrultusunda Türkiye’ye uygun birliklerdendir.

Çin, Rusya ve Hindistan gibi siyasi, askeri ve ekonomik bağlamda güçlü küresel devletlerin örgütte yer alması, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve son olarak Pakistan gibi Türkiye’ye etnik ve dini yakınlıkları bulunan kardeş devletlerin örgütte üye oluşu Türkiye’nin örgüte bakış açısını şekillendirmektedir. Ayrıca örgütün gelişime aç oluşu Türkiye’yi de heyecanlandırmaktadır. Türkiye’nin olası üyeliği örgütün Batı ile arasında köprü olması için ülkemize görev yükleyebilir. Ayrıca örgüt Türkiye ile birlikte başta Orta Doğu ve Balkanlar’a daha etkin açılabilir. Bu sayede küresel bir ölçek kazanarak özellikle Avrasya coğrafyasında kapsayıcılığını arttırabilir.

Şuna şüphe yok ki, Türkiye’nin Atlantik ve Batı ile ilişkileri belki de tarihinin en gerilimli ve kritik dönemini yaşamaktadır. Bu da Türkiye’yi özellikle politik, askeri ve ekonomik manamda daha hızlı kazanım sağlayacağı bölgesel ve küresel ittifaklara itmektedir. Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütüne üyelik sürecini yürütüyor olması, Rusya, Çin ve Hindistan’a yapılan ziyaretler, İpekyolu Projesine dâhil olunması, Şanghay Enerji Kulübü başkanlığı, Rusya ve İran’la Suriye, İran ve Irak ile Kuzey Irak meselelerini çözüme kavuşturma isteği, Balkanlar da Sırbistan, Afrika’da Somali ve Sudan açılımları, Orta Doğu’da Katar ile kurulan ittifak, Güney Amerika’da Venezuela, Doğu Avrupa’da Ukrayna ile kurulan ilişkiler Türkiye’nin hem çok boyutlu diplomasi yürütüyor oluşunun hem de Atlantik ve Batı yaşanan gerilimlere alternatif politik, askeri ve ekonomik ittifaklar arayışının sonucudur.

Atlantik yani ABD ve Batı ile Türkiye arasındaki ilişkilerin seyri ne olur bilinmez ancak küresel bir gerçek şudur ki; politik, askeri ve ekonomik anlamda küresel gücün kısa vadede olmasa bile orta veya uzun vadede Atlantik’ten Pasifik bölgesine yani Avrasya coğrafyasına geçeceği öngörülmektedir. Bu noktada Türkiye’nin Atlantik bloğundan temelli kopuşu söylenemeyebilir ama özelikle Erdoğan döneminde Rusya ve Çin başta olmak üzere Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi ve Avrasya coğrafyası devletleriyle ilişkiler geçmişe oranla daha dalgalı olmayacaktır. Belirli bir netlik ve projeksiyon da ilerleyecektir.

Erdem EREN

Etiketler:
Son Haberler

Son Haberler